Suriye suçları ve
diğerleri – Korkut Boratav
Tarih: 30 Ekim 2015
Suudi-Katar destekli bir AKP projesinden söz ediyoruz. “Halep
Fatihi” olarak tarihe geçme hayalleri ve böylece İslamcı faşizmin
ön-koşullarından birini daha gerçekleştirme tasarımları söz konusudur. Bu
“proje”, en azından şimdilik, ABD emperyalizminin denetimi, belki de istekleri
dışında hareket edebilen bir iktidarın var olduğunu; kısmen mesafe de aldığını
gösteriyor
Sic Semper Tyrannis başlıklı sitede (20 Ekim) CC
rumuzunu kullanan bir yazardan aktarıyorum: “Erdoğan ABD’nin Suriye politikasını önce zorla yönlendirmeye,
başaramayınca da aktif olarak baltalamaya çalıştı. Türkiye’nin kendine özgü
Suriye politikalarındaki inatçı ısrarı hayret vericidir.”
Dört örnek veriyor: Birincisi, Suriye’nin kimyasal silah kullandığı
bahanesiyle Obama’yı “kırmızı
çizginiz aşıldı; müdahale edin” doğrultusunda ısrarla
ikna etmeye çalışmasıdır. Üstelik, yazara göre, Suriye’deki kimyasal gaz
kullanımına Türkiye muhtemelen katkı yapmıştır. (Türkiye’deki Sarin gazı
davasına yazar değinmiyor.) Bu suçlama doğruysa, Türkiye’nin “müdahale ısrarı” bilinçli
bir provokasyon da içermiş olacaktır.
İkincisi, “eğit-donat” projesi sonunda Amerikalıların Suriye’ye
yolladığı 30. Tümen harekâtının “Türk
istihbaratı tarafından Nusra’ya sızdırılmış olduğu artık kesin görülmektedir.” Bu birlik Suriye’ye
sızar sızmaz Nusra tarafından dağıtılmıştır. Türkler öyle ummaktaydılar ki
ABD’nin önem verdiği bu seçeneğin iflası, doğrudan askeri müdahale önerisini
güçlendirecektir. Nitekim 30. Tümen’in yok edilmesi ertesinde ABD, eğit-donat
projesine son vermiştir.
Üçüncü örnek, ABD-Türkiye arasındaki 22 Temmuz tarihli İncirlik
anlaşmasıdır. Yazara göre Türkiye, anlaşmayı IŞİD’e değil, PKK’ya saldırı
vesilesi olarak kullanmış ve böylece Amerikalıları kandırmıştır.
Son örnek Suriyeli göçmen kriziyle ilgilidir. Türkiye bu krizi,
AB’yi “uçuş yasaklı güvenli bölge” seçeneğine mahkûm etmek amacıyla bir fırsat
olarak kullanmıştır. Neyse ki, Rusya’nın askeri müdahalesi sayesinde “güvenli
bölge” tasarımı şimdilik gündemden çıkmıştır..
Amerikalı yazar, yazısına şu teşhisle son veriyor: “Türkiye’nin
davranış biçimi olağan dışıdır. Bu türden müttefik, düşman başına…”
***
Bu saptamalara göre, Erdoğan, öncelikle Amerikan silahlı
kuvvetlerinin Suriye’ye açık müdahalesini kışkırtmış; sonuç alamayınca ABD
politikalarını baltalamıştır.
Öteye de geçiyor. AKP iktidarının Suriye’de Amerika’dan bağımsız
yürüttüğü marifetleri de var. Bunlardan bir bölümünü IŞİD’i Türkiye’ye
taşıyarak gerçekleştirdiği malumdur. Başkalarından örnekler verelim; bazılarını
hatırlatalım.
“Suriye’de
Rakka yakınlarında iki Çin köyü var. Bu köylerin Arap vatandaşları öldürüldü
veya göçe zorlandı”. Bu
sözleri, Taleb İbrahim adlı bir Suriyeli ile yapılan bir röportajdan
aktarıyorum (therightscoop.com,
5 Ekim).
Bu “Çinliler”in, Türkistan İslam Partisi (TİP) mensubu Sincanlı
Uygurlar olduğu anlaşılıyor. Sayılarının 1000 ile 2500 arasında olduğu tahmin
edilmektedir. İdlib’i ele geçiren, sonra da çok sayıda sivili öldüren Fetih
Ordusu’nun içinde yer almışlar. ABD ve Birleşmiş Milletler tarafından bir terör
örgütü olarak kabul edilen Nusra’dan, onun türevi olan Ahrar’dan ve TİP
(Uygurlar) dışında, Özbeklerin İmam Buhari örgütünden, ayrıca Çeçen, Kırgız
mücahitlerden oluşan bir “Ordu” söz konusudur.
Biraz daha araştırınca ortaya çıkmaktadır ki, Çin
Türkistanı’ndan Fetih Ordusu’na Türkî katılımlarda T.C. devletinin aktif rolü,
örgütlemesi söz konusudur. Kaçak olarak Çin’in Güney komşularına geçen
Uygurlara T.C. Konsoloslukları tarafından seyahat belgeleri ve vize sağlandığı;
bazılarının T.C. pasaportu taşıdığı bilgileri vardır. Yaz aylarında “Türkiye
yolcuları”ndan bir bölümünü Çin’e geri gönderen Tayland’ın İstanbul
Konsolosluğu’nun saldırıya uğraması; daha sonra Bangkok’ta 20 kişinin ölümüne
yol açan bombalı eylem hatırlanabilecektir.
Öyle görünmektedir ki, bunlar geleneksel iltica olayları
değildir; Türkiye’nin Çin kökenli mücahitleri yetiştirip Suriye’ye “ihraç
etmesi” söz konusudur. Washington’daki Middle East Media Research Institute
adlı kuruluşa ait MEMRI TV kanalı, çok sayıda Sincan Uyguru’nun MİT tarafından
Türkiye’de askeri eğitimden geçirildiğini haberleştirmiştir.
Suudi ve Katar parasıyla alınan silah ve erzakın, ayrıca
mücahitlerin MİT denetiminde Suriye’ye aktarıldığı, artık herkesçe biliniyor.
Türkiye-Suudi-Katar ittifakının ürünü olan Fetih Ordusu’nun böylece
oluşturulduğu da anlaşılıyor.
İdlib işgal edildikten sonra Hatay’dan Halep’e uzanan bir
koridorun açıldığı ve “isyancıların,
artık, Kuzey Batı Suriye’de Nusra liderliğinde bir devlet kurabilecek
kaynaklara sahip olduğu” ileri
sürülmüştür. (Jacob Zenn, Terrorism Monitor, 13/10, 27
Mayıs. Türkiye’nin Suriye marifetleri için ayrıca bk: Mike Whitney, Global
Research, 15
Ekim ve Christina Lin, Salman Rafi ve Pepe Escobar’ın Asia
Times Online’da 11, 21 ve 23 Ekim tarihli yazıları).
Suudi-Katar destekli bir AKP projesinden söz ediyoruz. “Halep
Fatihi” olarak tarihe geçme hayalleri ve böylece İslamcı faşizmin
ön-koşullarından birini daha gerçekleştirme tasarımları söz konusudur.
Bu “proje”, en azından şimdilik, ABD emperyalizminin denetimi,
belki de istekleri dışında hareket edebilen bir iktidarın var olduğunu; kısmen
mesafe de aldığını gösteriyor.
***
Kısaca Türkiye içerisine de bakalım. Koza-İpek grubuna,
şirketlerine, medya birimlerine el koyma, AKP’li kayyumlara devretme
operasyonu, kapitalizmin genel kuralları ile uyumlu mudur?
Kapitalizm, aynı zamanda bir burjuva devleti demektir. Ekonomiye
kendiliğinden egemen olan sermayenin, uzun dönemde ve son tahlilde devlete de
hükmetmesi anlamındadır.
Peki, Türkiye burjuvazisi Koza-İpek operasyonunu sineye çekecek
midir? Ufak-tefek yakınmaları hep oldu; ama neoliberalizme angaje bir tek parti
iktidarının nimetleri başat çıktı. Erdoğan’ın artan, denetlenemeyen, zaman
zaman tedirgin edici gücü de sineye çekildi.
“Taraf olmayan bertaraf olur” tehdidini,
Doğan ve Koç gruplarına dönük daha hafif operasyonları sineye çeken; Anayasa
Referandumu’na olumlu oyla katılan; Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı alkışlayan
Türkiye burjuvazisi değil midir?
Yine de soralım: Tahammül sınırları, artık zorlanmakta mıdır?
***
Erdoğan’ın bugün temsil ettiği, uyguladığı iktidar
biçiminin, emperyalizmin ve sermayenin kontrol, egemenlik alanlarından bağımsız
kalabildiğini yukarıdaki örneklerle göstermeye çalıştım. “Emperyalizm ve
sermaye tarafından hizaya getirilecektir” beklentisi gerçekleşmemiştir. Demek
ki erkendir.
Ancak, bu istikrarsız durum kalıcı olamaz. 17-25 Aralık
dosyaları hukuk çiğnenerek kaldırılmıştır. Suriye marifetlerine ilişkin mevcut
kanıtlar ve (doğru ise) anlatılanlar göstermektedir ki çok ağır Anayasa, ulusal
ve uluslararası ceza hukuku ihlalleri söz konusudur. Siyasi iktidarın IŞİD
cinayetlerine katkı yapmış kadroları doğrudan hesap vermelidir.
Kapitalizmin temel ilkesi olan “özel mülkiyetin dokunulmazlığı” defalarca,
son olarak da Koza-İpek operasyonunda çiğnenmiştir.
Türkiye, herhalde bir yol ayrımındadır: Ya bu alacakaranlık
devlet yapısı açıkça ve hızla İslamcı bir faşizme dönüşecektir. O zaman
emperyalizm ve sermaye ile yeni iktidar arasında bir modus
vivendi yeni
baştan oluşacaktır.
Veya sözü edilen, daha fazla sürdürülemeyecek olan ulusal
ve uluslararası hukuk ihlalleri yargı yoluyla temizlenecek; “normale dönüş” gerçekleşecektir.
1 Kasım seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun, bu ikinci
seçeneğe yönelmek için, devletteki çürümeyi, sistematik hukuk ihlallerini
gerçekleştiren çekirdek kadro, başta lideri olmak üzere istifa etmelidir. “Normale”
başka türlü adım atamayız. Sonrasında, Türkiye toplumunun geleneksel ayrımları,
çelişkileri yeniden gündeme gelir. Geçmişi hatırlayarak, çekişerek, itişerek
bunlarla baş etmeyi yeniden öğreniriz.
Demir Altona tek
sözcükten oluşan basit, barışçı ve kitlesel bir kampanya öneriyor: “İstifa!!!”:
Belki 1 Kasım sonrasında buradan başlamayı düşünebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder